6 Mart 2014 Perşembe

Ben Kendimi Beğenmiyorum, Beni Beğenenleri De Beğenmiyorum

Bediüzzaman Hazretleri ahirzamanda olmasına rağmen, nefsinde asr-ı saadeti yaşayan müstesna bir şahsiyettir. Böylesine büyük bir şahsiyetten sudur eden bu ve benzeri sözler elbette külli manaları havidir. Bu manaların başında Risale-i Nur meslek esaslarının en büyüklerinden olan İhlâs gelmektedir.



Sual: “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” Cümlesini açıklar mısınız?


Bediüzzaman Hazretleri ahirzamanda olmasına rağmen, nefsinde asr-ı saadeti yaşayan müstesna bir şahsiyettir. Böylesine büyük bir şahsiyetten sudur eden bu ve benzeri sözler elbette külli manaları havidir. Bu manaların başında Risale-i Nur meslek esaslarının en büyüklerinden olan İhlâs gelmektedir.


İhlâsı, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır diye ifade eden Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca İhlâsı büyük bir ihtimamla muhafaza etmiş ve talebelerine de bu noktayı her fırsatta ders vermiştir. Hususen ihlâs risalesinin başında bulunan “Bu Lem’a lâakal her onbeş günde bir defa okunmalı.” ibaresi bile, tek başına bu ehemmiyeti ifade etmektedir.


Kendini insanlara beğendirmek arzusunun, ihlâsın sırrını bozmak olduğunu söyleyen Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahikasında şöyle der;


Yoksa hâşâ kendimizi satmak ve beğendirmek ve temeddüh etmek ve hodfüruşluk etmek ise; Risale-i Nur’un ehemmiyetli bir esası olan ihlâs sırrını bozmaktır. İnşâallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı afvettirmeğe vesile olacaktır. Emirdağ Lahikası I / 51 p3


Benzer bir ifade de Şualar’da şöyle geçer;


[Malûm olsun ki; ben Risale-i Nur'un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur'an'ın hakikatlarını ve imanın rükünlerini ilân etmek ve za'f-ı imana düşenleri onlara davet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa, hâşâ kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve medhetmek değildir. Hem Risale-i Nurzahiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur'anın bir tefsiri ve Kur'andan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum Şualar 727 p1


Bediüzzaman Hazretlerinin İhlâs-ı Azimesini bizlere ders veren bir mektubu şöyledir;


…Hâlık-ı Rahîmime hadsiz şükrolsun ki; kendimi kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıblarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış.


Evet kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir. Cenab-ı Hak beni böyle hasaretlerden muhafaza eylesin, âmîn! Emirdağ Lahikası I / 68 p son


Bediüzzaman Hazretleri hiçbir zaman kendini başkalarına beğendirmek arzusu taşımamış ve bu hali “dehşetli bir hasaret” diye tasvir etmiştir.


Yine ihlâs-ı azimesinden, kendisine yapılan bütün medih ve senaları Risale-i Nur’a çevirerek kendini hep gizlemiştir. Hatta bu ihlâs-ı azimenin icabı olarak kabrinin gizli olmasını vasiyet etmiştir. Şöyle ki;


Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benliğin verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerlenazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur'daki a'zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla,kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.


Dünyada beni sohbetten men'eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle beni sevab cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek. Emirdağ Lahikası II / 204 p4


Emirdağ Lahikasında münderic olan şu mektub da Bediüzzaman Hazretlerinin ihlas-ı azimesinin anlaşılması açısından ehemmiyetlidir;


küllî hizmetlerinin neticesinde talebelerinin ve bütün ehl-i imanın en büyük medh ü senalarına, hürmet ve muhabbetlerine en lâyık, en elyak ve kabul etmesi hakkı iken, bilakis o aziz zât, kendisini ziyarete gelenlere ve Risale-i Nur eserlerini okuyup o eserleri ilim ve iman hakikatları dersinde, asrın bütün ilim ve isbatları üstünde görerek hayran kalanların en samimî hürmet ve senalarından mütemadiyen kaçınmış ve müteaddid mektublarında: "Ben de sizin bu ders-i Kur'aniyede bir ders arkadaşınızım. Ben en ziyade muhtaç ve fakir olduğumdan, bu kudsî hakikatlar en evvel bana ihsan edilmiştir. Ben makam sahibi değilim. Ben kendimi beğenmiyorum. Beni beğenenleri de beğenmiyorum. Kardeşlerim, sizi bütün bütün kaçırmamak için nefsimin gizli çok kusurlarını söylemiyorum." diye kendisine yapılan medihleri ve hürmetleri reddetmiş. Ve gaye-i hayatını yalnız hakaik-i imaniyenin neşrine hizmet bilmiş. Dünyevî bütün menfaatları, o hizmeti uğrunda feda etmiş… Emirdağ Lahikası II / 140 p ilk


Merhum Hasan Feyzi Ağabey mersiyesinde, Bediüzzaman Hazretlerinin kendisine yapılan hiçbir iltifatı kabul etmediğini ve zamanın son Ebu Turab’ı olduğunu şöyle anlatır;


…şimdiye kadar sana Gavs dedik, Münci dedik, Kutub dedik hiçbirini kabul etmedin. Veli dedik, Hazret dedik, asla iltifat etmedin. İsmini ve resmini, nam ve nişanını hep unutmak ve unutturmak istedin. Kendini hâk ile yeksân ettin, son Ebu't- türab da sen oldun. Senin Kur'an hâdimliğinin meddahı ve vassafı o Hutbe-i Ezeliye iken, biz âcizler seni nasıl medh edebilirdik, nasıl tarif ve tavsif edebilirdik. Siracünnur 236


Bediüzzaman Hazretlerinin İhlâsa verdiği ehemmiyeti gösteren benzer ifadeler külliyat-ı Nur’da bir yekûn teşkil etmektedir. Ama biz denizden bir katre diyerek bunlarla iktifa ediyoruz.


Bediüzzaman Hazretlerinin “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” demesinin bir hikmeti de kendisine manay-ı ismiyle değil manay-ı harfiyle bakılmasını istemesidir.


Manay-ı harfi ve manay-ı ismi gibi tabiratın ifade ettikleri külli manalara Bediüzzaman Hazretleri Mesnevi-i Nuriye’de şöyle işaret eder;


Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelâm öğrendim; tafsilen beyan edilecektir. Burada yalnız icmalen işaret edilecektir. Kelimelerden maksad: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet, nazardır. Şöyle ki:


Cenab-ı Hakk'ın masivasına (yani kâinata) mana-yı harfiyle ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mana-yı ismiyle ve esbab hesabına bakmak hatadır.


Evet her şeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakk'a bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakk'a bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakk'a bakan cihet-i isnadı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh nimete bakıldığı zaman Mün'im, san'ata bakıldığı zaman Sâni', esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.. Mesnevi-i Nuriye 51 p1


Görüldüğü gibi manay-ı harfi ile manay-ı ismi arasında azim farklar vardır. Özetle manay-ı Harfi her şeye Allah hesabına bakmayı ifade ederken, manay-ı ismi ise Allah’ı düşünmeden esbab hesabına bakmayı ifade etmektedir. Binaenaleyh manay-ı harfi tevhide, manay-ı ismi ise şirke yakındır.


Bundan hareketle Bediüzzaman Hazretleri kendisinde olan kemalatın Allah’tan olduğunu tam manasıyla idrak etmiş ve tüm eserlerinde kendisine bu nazarla bakılmasını istemiştir. Yani Risale-i Nur’daki hakikatleri, hiçbir zaman kendi malı gibi göstermemiş bilakis bu hakikatleri Kur'anın semasından ilhamî bir surette gelen şifadar nurlardır diye tavsif etmiştir.


Bediüzzaman Hazretlerinin bu manayı te’yid eden bazı ifadeleri şöyledir;


…risaleler kendi malım değil, Kur'anın malıolarak, Kur'anın reşehat-ı meziyatına mazhar olduklarını izhar etmeye mecburum. Evet lezzetli üzüm salkımlarının hasiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim. Mektubat 369 p2


…sesim yetişse, bütün Küre-i Arz'a bağırarak derim ki: Sözler güzeldirler, hakikattırlar; fakat benim değildirler… Mektubat 369 p son


Ben, Risale-i Nur'un bir hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. O ise (Risale-i Nur), Arş-ı A'zam'la bağlı olan Kur'an-ı Azîmüşşan ile bağlanmış bir hakikî tefsiridir. Benim şahsımdaki kusurat, ona sirayet edemez. Benim yırtık dellâllık elbisem, onun bâki elmaslarının kıymetini tenzil edemez. Kastamonu Lahikası 247 p1


Risale-i Nur, Kur'anın malıdır.Benim ne haddim var ki, sahib olayım; tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur'un kusurlu bir hâdimi ve oelmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Emirdağ Lahikası I / 49 p2


Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet Kur'an-ı Hakîm'in manası ve hakikatlı tefsiri olanRisale-i Nur'a aittir. Emirdağ Lahikası II / 152 p1


Yukarıdaki paragraflardan da anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Hazretleri kendi şahsiyetini tam manasıyla Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi içerisinde eritmiş ve her fırsatta Risale-i Nur’u nazara vermiştir.


Ayrıca Bediüzzaman hazretleri kendisini ziyarete gelenlerin birkaç tabaka olduğunu anlattığı bir mektubunda, ziyarete gelenlere kendi şahsını makam sahibi bilip gelmemelerini, Kur’an-ı Hâkim’in dellalı olduğu cihetle gelmeleri gerektiğini şöyle anlatır;


[Ziyaretçilere ait bazı dostlar tarafından ihtar ile, bir düstur izah edilmek istenilmiştir. Onun için yazılmıştır.]


Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre’si vel’ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur. Mektubat 344 p1


Mezkûr mektubta Bediüzzaman Hazretleri, kendi şahsını mübarek ve makam sahibi bilerek bu cihetle gelenlere “beni beğenenleri de beğenmiyorum” diyerek bu tarz bir ziyaretten men’ etmiş oluyor.


Mevcudata manay-ı ismi yerine, manay-ı harfiyle bakmanın nefis terbiyesindeki ehemmiyeti Sözler’de şöyle anlatılır;


Dördüncü Hatvede:كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُdersini verdiği gibi: Nefs, kendini serbestve müstakil ve bizzât mevcud bilir. Ondan bir nevi rububiyet dava eder. Mabuduna karşı adavetkârane bir isyanı taşır. İşte gelecek şu hakikatı derketmekle ondan kurtulur. Hakikat şöyledir ki: Herşey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur. Şu makamda tezkiyesi ve tathiri şudur ki: Vücudunda adem, ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse; kâinat kadar bir zulümat-ı adem içindedir. Yani vücud-u şahsîsine güvenip Mûcid-i Hakikî’den gaflet etse; yıldız böceği gibi bir şahsî ziya-yı vücudu, nihayetsiz zulümat-ı adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzât nefsi hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakikî’nin bir âyine-i tecellisi bulunduğunu gördüğü vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, herşeyi bulur. Sözler 478 p son


Mevcudata manay-ı ismi veya manay-ı harfi ile bakıldığında görülebilecek farklı manaların bulunduğunu izah eden Bediüzzaman Hazretleri, bizzat nefse de manay-ı ismiyle değil manay-ı harfiyle bakılması gerektiğini belirtir. Yani nefsin kendi başına bir hiç olduğunu derk edib ancak Mucid-i Hakiki’nin bir ayine-i tecellisi olduğunu gördüğü zaman nihayetsiz bir vücudu kazanacağını söyler.


Ayrıca Bediüzzaman Hazretleri “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” Diyerek nazar-ı dikkati iktiran ve illet arasındaki azim farka da çekmiş oluyor. Şöyle ki;


İktiran iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasını ifade eder. Fakat zahiri sebeplere perestiş edenler bu iki şeyi birbirine illet zannederek hata ederler. Bediüzzaman Hazretleri Lem’alar’da bu durumu izah etmiş ve akabinde talebelerinin iltibaslarını şöyle düzeltmiştir;


Esbab-ı zahiriyeyi perestiş edenleri aldatan; iki şeyin beraber gelmesiveya bulunmasıdır ki, “iktiran” tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin madum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki: O şeyin vücudu dahi, o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnetdarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünki bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddematına ve şeraitine terettüb eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor. Meselâ: Bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebeb ve illet oluyor. Fakat o bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şeraitin vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbaniye ile vücuda gelir. İşte bu mağlatanın ne kadar hatası zahir olduğunu anla ve esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil!


Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet, rahmet-i İlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir.


Meselâ: Risale-i Nur’un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine mazhar bazı zâtlar (Hüsrev, Re’fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler; Üstadına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i Kur’anîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyiberaber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir.” Ben de derim: “Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakk’ın bana da sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de rahmet-i İlahiyedir. Ben de sizin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmi bir bîçare nasıl hizmet edecekti? Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.” Lem’alar 133 p son


Parçadan da anlaşılacağı üzere iki nimetin beraber verilmesine iktiran denir. İllet ise bir işin olması için gereken asıl sebebtir.


Bu iki tabiri iltibas eden bazı Nur Talebeleri Bediüzzaman Hazretlerine fazla minnettarlık göstermişlerdir. Binaenaleyh talebelerin Üstad’larını illet zannederek, Rahmet-i İlahiyeyi düşünmeden muhabbet göstermelerini istemeyen ve bu hali beğenmeyen Bediüzzaman Hazretleri, sehvedilen bu noktayı izahla talebelerini kendisine minnetdarlığa bedel Allah’a şükretmeleri dersini vermiştir.


Buraya kadar zikredilen hakaik çerçevesinde Bediüzzaman Hazretleri İhlasının muhafazası ve talebelerinin Üstad’larına doğru nokta-i nazardan bakmaları için “Ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum.” İfadesiyle her fırsatta bu hakikati ders vermiştir.


Bu mes’elede şöyle ehemmiyetli bir nokta daha vardır;


Meselelere mana-yı harfi penceresinden bakmayanlar için “Beni beğenenleri de beğenmiyorum.” ifadesi cari olmakla beraber, Bediüzzaman Hazretlerindeki, bütün kemalatı Allah’tan bilerek, dine olan hizmetini takdir edib bu kudsi davada O’na omuz veren ve Bediüzzaman aşığı olan Talebeler için elbette geçerli değildir. Zira böyle talebeleri hakkında Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur’da birçok iltifatı vardır, bakılabilir.


Ayrıca yukarıdaki manaları teyid eden iki hatırayı da aynen naklediyoruz;


Üstadın yanına vardığımızda çok hiddetliydi. Bize şöyle hitap etti: “Niye şahsımı ziyarete geliyorsunuz?”


Şahitler’den Mustafa Ekmekçi anlatıyor:


(1940′da Çankırı’nın Ilgaz kazasında doğdu. Müteaddit defalar Bediüzzaman’ı ziyaret etti.)


Üstadı ikinci ziyaretim 1958 senesinin yaz mevsiminde oldu. İstanbul’dan Halil Yürür’le birlikte trenle yola çıktık. Üstad o zaman Isparta’da idi. Isparta’da Rüştü Çakın Ağabeyin dükkânına gittik. Bayram Ağabey bizi alıp Üstadın yanına götürdü. Önce Tahirî, Mustafa Sungur, Zübeyir, Bayram ve Ceylân Ağabeylerin kaldığı odada bir müddet sohbet ettikten sonra Üstad bizi çağırdı.


Üstadın yanına vardığımızda çok hiddetliydi. Bize şöyle hitap etti: ‘Niye şahsımı ziyarete geliyorsunuz? Benim yerime Risale-i Nur’u okuyunuz. Beni görünce bir istifadeniz oluyorsa, Risale-i Nur’u okursanız yüz istifadeniz olur.’


İkinci hatıra da şöyledir;


-Senin adın ne?” dedi.


-“Şaban” dedim.


-“Fesübhanallah. Recep, Ramazan, Bayram vardı. ‘Bu Şa­ban nerde kaldı!’ diyordum. Tam, tam…” dedi.


Sonra Zübeyir’e dönerek: “Kardeşim, buna bir anahtar yap ver, istediği zaman gelsin. Hiçbir mânisi yok. Aynı bunlar nasıl gelip gidiyorlarsa yanıma, sen de öyle gelebilirsin. Hatta derslere de iştirak edebilirsin.” dedi.


Dedim: “Gayri devlet kuşu kondu başıma!” Ertesi günü gittim, oturdum aralarına. Dersten mersten bir şey anladığım yok… Doyasıya Üstadın yüzünü göreceğim; benim der­dim o… Sabah derse oturduk. Elime kitabı aldım. Kitaba de­ğil, Üstada bakıyorum. Kendimde değilim. Üstad da yüzüne bakılmasından hoşlanmazmış. O sırada “Gidin, Nazar Risalesini getirin.” demiş. Gitmişler, getirmişler, okumuşlar. Benim hiç haberim yok… Kendimden geçmiş gibi öyle bakıyorum. Sonra:


Hâlâ bakıyor keçeli!” diye bir bağırdı.


Yanımda Ceylan vardı. “Sana diyor, bakma Üstadın yüzüne.” dedi. Ancak o zaman kendime geldim, başımı eğdim. (kaynak: İhsan Atasoy – Nur’un Büyük Kumandanı)


ص



Ben Kendimi Beğenmiyorum, Beni Beğenenleri De Beğenmiyorum

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder